27 Şubat 2010 Cumartesi

Ece'nin Çölüne Hoş geldiniz!



Kanada'yı, A'yı, yabancılığı ve kendimi anlattığım hikayeme zorunlu bir ara...


Özellikle easybiker e'den duyduğuma göre bisiklet camiasında kim bu Ece Tanar, gerçek değil de sanal bir karakter mi lafları almış başını gitmiş. İnsanlar birbirini Ece sanmaya başlamış. Hele de dünkü film gösterimine gidemememden dolayı bu iş iyice ciddileşmiş.
İnsanların bunu bana söylemeyip kendi aralarında konuşması da işin başka manidar yönü tabii.

Lisede gerçekliğin nasıl bir şey olduğunu anlatmaya çalışan hocama bunu anlaşılmasının çok kolay olduğunu söylemiştim diğer arkadaşlarım gibi. Arkadaşınıza dokunurdunuz ve bu onun gerçek olduğunun çok açık göstergesi olurdu. O zamanlar Matrix de çekilmemişti, Zizek diye birini de tanımıyorduk.

Fiziksel olarak bir zamanda ve mekanda bulunmak gerçekliğin ne kadarıdır? Ben Kanada'da Toronto'da okul kantininde çay içerken burdaki bisikletçi dostlar için var mıydım? Berkley'in bir elmayı 'fikirlerin terkibidir' diye tanımlaması gibi ben de sizlerin fikirlerinin bir terkibi miyim?
Ben bu idealistlere inanıyorum aslında, birinin varlığından haberiniz yoksa o birinin varlığını nasıl bilebilirsiniz?

Ben, Ece Tanar, sizin için dünden beri varım, annem için doğduğumdan beri.

Gerçekliğin güvenilmez bir kavram olduğu ortada. Dokunmadığınız birine güvenemiyorsun anlıyorum ama Truman kasabadaki herkese güvenip, gerçek bir hayat yaşadıklarını sanıyordu da noldu?
Fantazi sizi çağırır. Zizek'in dediği gibi kurarsanız eninde sonunda başınıza kurduğunuz gelir 9/11 gibi.

Facebook üzerinde gördüğü gülümsemenin gerçekliğini sorgulamayan insanoğlu şimdi Ece Tanar'ın varlığını sorguluyor. Hergün aynı saatlerde otobüse binip, aynı yolları aşıp aynı saatte uyuyan, hafta sonları aynı gün aynı yerde eğlenen insanoğlu kendi yaşamının gerçekliğinden şüphelenmiyor da varoluşunu açık ve net sorun haline getiren Ece'yi sorguluyor!

Cevabı gerçeklik ve sahtelik meselesini dert edinmiş olağanüstü bir filmden ödünç alarak vermek lazım en iyisi;

Rachael: Do you like our owl?
Deckard: It's artificial?
Rachael: Of course it is.


of course it is...





22 Şubat 2010 Pazartesi

a fish hook




Bunu sizlere anlatmam gerek.

Kedili ajandama göre şehirdeki dokuzuncu günümdü. Derste Çinli bir kız, o zaman henüz hiç tanımadığım Kanadalı yazar Margaret Atwood'un bir romanından bir bölümü (sanırım Cat's Eye 'dan) aksanını anlamak için çok zorlandığım bir dille okuyor, sınıftakilerin çoğu gözlerini kızdan ayırmadan binlerce km.uzaktaki evlerini, sevgililerini hayal ediyorlardı. Bundan eminim, çünkü ben de öyle yapıyordum.
Dersten çıkınca laboratuara yalnızlığımızın devası internete koştum. O sıralar ailemin dışında tek konuştuğum, Kanada'nın sırlarını anlattığım arkadaşım Derin'di. Toronto -Eskişehir arasında her gün uzun uzadıya konuşuyorduk, Derin benim yeni bir ülkeye ait gevezeliklerimi sabırla yorumluyor ben de onun her gün yeni bir cephesi ortaya çıkan entrika dolu aile ilişkilerini hayretle dinliyordum.

Dün gibi hatırlıyorum sınıfta Atwood'u okuyan Çinli kızın sessizce yaklaşarak aniden kulağıma eğildiğini, 'bu gece yeniler kendi aramızda bir parti veriyoruz, gelmek ister misin' diye davet ettiğini. Ben daha ne partisi, nasıl bir parti bu demeye çalışırken kız 'saat 7'de c kapısında ol' diyerek uzaklaşmış, şaşkın gözlerle arkasından bakakalmıştım. O zamanlar Kanada'daki 'Çinli öğrenciler'in hep böyle teklifsiz ve rahat oldukları bilgisine sahip değildim.

"newcomers party" uzakdoğululardan birinin geniş evindeydi. Buraya belki birileriyle tanışır da henüz alışamadığım ülkeyi katlanılır kılarım diye gelmiştim. Sınıftakilerin çoğuyla merhaba dışında muhabbetim yoktu ve muhabbetim olmayan bu insanların nerdeyse hepsi evin değişik köşelerine dağılmış içki eşliğinde birbilerini keşfediyorlardı. Kendime portatif bir bara dönüştürülmüş kocaman bir çalışma masasının üzerinden votka ve limon aldım, kim olduğunu bilmediğim müziği dinlereyek tanımadığım birilerinin yanına oturdum. Büyük salonda geniş turuncu bir koltuk vardı ve bir yanında iki erkek hararetli birşekilde tartışıyorlardı. Dünyanın farklı ülkelerinden gelip farklı aksanlarla İngilizce anlaşmaya çalışan insanların hali dışarıdan bakınca bana hep komik gelmiştir.
Çocuklardan biri İranlı diğeri ise Arjantinli idi. dünyanın bambaşka yerlerinde doğup, bambaşka ritüellerle büyüyen bu iki insan üzerinde en çok konuşabilecekleri şeyi yapıyor, güncel politika dan konuşuyorlardı.
Arjantinli bana dönerek müziği bastıran bir sesle "sence de İran'ın saldırılarla ilgili olduğu ortada değil mi" diye sordu.

"ne saldırılarından bahsediyorsunuz ki siz?"

Sanki doğal bir şekilde konuya vakıf olmam gerekiyormuş gibi soruma şaşıran Arjantinli "1994'te Buenos Aires'teki bombalamalar. Hani İranlılar yakalanmıştı. Şimdi İran interpole tepki gösteriyormuş, neydi şu Savunma bakanı?"

Ben birşey diyemeden İranlı viski bardağını masaya vurup konuşmaya başladı "ya var mı böylebir şey! sizin hükümetiniz Rafsancani hakkında, benim devlet başkanım hakkında tutuklama kararı çıkarıyor! Ama öte yandan yargıladığınız 5 kişi sırf Arjantinli diye salıveriyorsunuz..!"

Arjantin'in başkentindenki korkunç bombalamaları duymuştum ama çok fazla şey bilmiyordum, onların şiddetli tartışmaları açıkçası ilgimi de çekmiyordu. Müziğin çaldığı yeri bulmaya karar vererek kalktım, beni farketmediler bile.

Salonun arka tarafında, bahçe kapısına yakın bir yerde büyük iki hoparlör ve bilgisayar ve bir mixer duruyordu. Kaynağı bulmuştum. Masaya yaklaştım ve cdleri karıştırmaya başladım, kimse olmadığına göre sevdiğim birşeyler çalabilirdim. Beirut'un Gulag Orchestar albumunu görünce hiç unutmuyorum birden ortama olan yabancılığım kaybolmuş, kendimi Bornova Evka 4'teki evimde hissetmiştim.

"do not touch the tape" diyen sesin, daha sonra kendi sesimle karıştıracağın sesin, Beirut'u elimden düşürmeme neden oldu. Size henüz sakarlığımı anlatmadım ama bu ondan değil şaşkınlıktandı.
Dağılmış cdyi aceleyle toplamaya çalışırken seni gördüm.

Sağ kulağında küpen vardı, erkeklerde küpeden hiç hoşlanmam ben ve senden hoşlanmadım A. Ta ki saçma sapan birşeyler konuştuktan sonra bana "ruhlarımızı temizlememiz gerek" deyip Soulsavers çalana kadar. Üçüncü votkamı içmiştim o sırada ve ne küpen, ne ukala suratın itici gelmiyordu artık. Müzik senin aşkındı ve o gece bana bir sürü büyülü şarkı çaldın. Uzun zamandır ilk defa kendimi bu kadar hafif hissediyordum, bu kadar rahat.
Yakalandığımı ve kaçamadığımı hissettim, kaçmak istemediğimi de.
Gecenin ilerleyen saatlerinde turuncu koltukta oturmuş, yerde bir battaniyenin üzeride uyuyan İranlı'nın karşısında bana içki almaya giden seni bekliyordum heyecanla.
Daha sonra bu anı her düşündüğümde Atwood'un dizeleri bırakmadı yakamı:


you fit into me
like a fish hook into an eye
a fish hook
an open eye

19 Şubat 2010 Cuma

Lost in Toronto




Pearson'ın granit kaplı girişinde dikilirken Toronto'da İngilizce konuşulmadığını bilmiyordum, insanların kendi aralarında Babil kulesindeki gibi değişik dil ve aksanlarda konuştuğunu, İngiliz dilinin biraz üvey evlat olarak özellikle yabancılar için işe yaradığını bilmiyordum.

İnsan kendi evinden ayrılmadan önce dışarısını bir panayır gibi hayal ediyor; renkli, eğlenceli bambaşka bir dünya. Kapıyı açıp dışarı çıkmanın gereksizliğinden bahsetmiyorum, sadece sıcak evinizde pencerenin arkasında bir kahve eşliğinde izlediğiniz romantik yağmurun dışarıda sizi ıslattığını anlatmaya çalışıyorum. Dikkatsiz şoförlerin üzerinize su sıçratmaması için sürekli tetikte olmanız gerektiğinden bahsediyorum.

Kendinizle ilgili sorunlardan Toronto'ya bile gelseniz kaçamıyorsunuz. Eninde sonunda yuvaya dönüyorsunuz; 'hep yuvaya dönmek' diyen Leguin'e siz 'ev kendini öyle hissettiğin yerdir' diyen Oz Büyücüsü repliğiyle cevap vereceksiniz biliyorum, ama yapmayın. Her zaman tek bir ev var çoğumuz için, yaptımız tek şey sevdiklerimizi alıp oraya götürmek. Onlarla camın ardında güvenli bir şekilde sıcak birşeyler içmek.

Sürekli kendimle hesaplaşıyorum, Kanada'da geçirdiğim yıllar nasıl etkiledi beni diye. Burda ya da İzmir'de olmanın farkı neydi? Bunun cevabı çok karmaşık ama ortada olan birşey var, o da orada, o soğuk, sincapların ve geyiklerin aramızda dolaştığı, silik bir mimariye ve tarihsizliğe mahkum ülkede pek arkadaşım olmadığıydı. Babil kulesinde kim kendine arkadaş edinebilir ki?
İşin kötü yanı o yılların İzmir'deki arkadaşlarımı da alıp götürmesiydi.
Anlayacağınız panayıra katılmak için evimden çıkıp gittiğim dışarıda, farkına bile varmadan kayboldum.

Evim çok uzaklardaydı, çevremdekilerin sürekli farklı diller konuşmakta olduğu, üşüdüğüm çok üşüdüğüm bir dünyada A.'nın bana sunduğu cd'ler ve çizgiroman raflarıyla dolu, sıcak ve geniş salona, Fidel'in tüylü bedenine, maple yaprağı şeklindeki yastığının üzerinde uykuya dalmaya seve seve razı oldum.

A, tek seçeneğim sendin.




18 Şubat 2010 Perşembe

Kahve almaya gitmek...



A. ile sevişmemiz bittiğinde o sabah, yüzüme bakıp "Türkiye'ye döndüğünde bunu hatırlamanı istiyorum" demişti. O erkekliğini kanıtlamaktan memnun kafamı eliyle çevirip bunları söylerken ben evde kahvenin bitmiş olmasından endişeliydim. İranlı coffe-shop'a gidip kahve almak zorundaydım.

Şimdi İzmir'deyim. Evet A.'yı özledim. Ama onun kastettiği şeyi, sevişmelerimizi değil. Sorun evde kahvenin bittiğini anlayıp, ben hafiften kestirmeye devam ederken sessizce çıkıp Necib'ten kahve alması ve hazırladığında beni uyandırmamasıydı. Burada, Bornovada'ki evimde annem coffee endonesiea'ya bağımlılığımı bildiğinden zaten evden eksik etmiyor, ama şimdi de benim aklım A.'da, soğuk Toronto'da sokakta t-shirtle gezerkenki pervasızlığında, bana "beni unutma" deyişindeki kibirde.

Onun yüzüne bakıp sen de beni unutma, demek isterdim aslında. Soğuk ve dünyadan steril bir Kanadalı'ya biraz şeker atmıştım, biraz sosyal sorumluluk ve biraz da tarih katıp karıştırmıştım. Seviştiğiniz adamı biçimlendirmiş olmanın yoğun hazzı hiçbir şeyde yoktur. Bir Kanadalı'yı ortadoğulu haline getirmenin de.

Beni unutma A. Şimdi benim için kutuladığım bir sürü küçük Kanada anısından birisin, kayıt tuttuğum notlarda çok geçen bir isim. Bu notları aslında kendimle konuşmak için yazıyorum, hafızama yıllar sonrası için şimdiden yardım etmek için. Sen bunları asla okuyamazsın, bu dili anlaman hiç mümkün olmadı, denemedin de. Biz senin dilini iyi biliyoruz da siz hiç çabalama gereği duymuyorsunuz, ne ironik demiştim sana; buraya gelip yaşayan, okuyan sizsiniz de ondan demiştin ukalaca. Bak bunu da hiç unutmadım.

Neyi hatırlayıp neyi unutacağımız belli olmuyor, bazen asla unutmayacağımızı sandığımız detaylar hatırlanmaz oluyor, insan bunların gerçekten yaşanıp yaşanmadığına emin olamıyor, bilinç hatıralara kurgusallık ekliyor siz farketmeden. Ne dersiniz fazla kahveden olabilir mi?