22 Şubat 2010 Pazartesi

a fish hook




Bunu sizlere anlatmam gerek.

Kedili ajandama göre şehirdeki dokuzuncu günümdü. Derste Çinli bir kız, o zaman henüz hiç tanımadığım Kanadalı yazar Margaret Atwood'un bir romanından bir bölümü (sanırım Cat's Eye 'dan) aksanını anlamak için çok zorlandığım bir dille okuyor, sınıftakilerin çoğu gözlerini kızdan ayırmadan binlerce km.uzaktaki evlerini, sevgililerini hayal ediyorlardı. Bundan eminim, çünkü ben de öyle yapıyordum.
Dersten çıkınca laboratuara yalnızlığımızın devası internete koştum. O sıralar ailemin dışında tek konuştuğum, Kanada'nın sırlarını anlattığım arkadaşım Derin'di. Toronto -Eskişehir arasında her gün uzun uzadıya konuşuyorduk, Derin benim yeni bir ülkeye ait gevezeliklerimi sabırla yorumluyor ben de onun her gün yeni bir cephesi ortaya çıkan entrika dolu aile ilişkilerini hayretle dinliyordum.

Dün gibi hatırlıyorum sınıfta Atwood'u okuyan Çinli kızın sessizce yaklaşarak aniden kulağıma eğildiğini, 'bu gece yeniler kendi aramızda bir parti veriyoruz, gelmek ister misin' diye davet ettiğini. Ben daha ne partisi, nasıl bir parti bu demeye çalışırken kız 'saat 7'de c kapısında ol' diyerek uzaklaşmış, şaşkın gözlerle arkasından bakakalmıştım. O zamanlar Kanada'daki 'Çinli öğrenciler'in hep böyle teklifsiz ve rahat oldukları bilgisine sahip değildim.

"newcomers party" uzakdoğululardan birinin geniş evindeydi. Buraya belki birileriyle tanışır da henüz alışamadığım ülkeyi katlanılır kılarım diye gelmiştim. Sınıftakilerin çoğuyla merhaba dışında muhabbetim yoktu ve muhabbetim olmayan bu insanların nerdeyse hepsi evin değişik köşelerine dağılmış içki eşliğinde birbilerini keşfediyorlardı. Kendime portatif bir bara dönüştürülmüş kocaman bir çalışma masasının üzerinden votka ve limon aldım, kim olduğunu bilmediğim müziği dinlereyek tanımadığım birilerinin yanına oturdum. Büyük salonda geniş turuncu bir koltuk vardı ve bir yanında iki erkek hararetli birşekilde tartışıyorlardı. Dünyanın farklı ülkelerinden gelip farklı aksanlarla İngilizce anlaşmaya çalışan insanların hali dışarıdan bakınca bana hep komik gelmiştir.
Çocuklardan biri İranlı diğeri ise Arjantinli idi. dünyanın bambaşka yerlerinde doğup, bambaşka ritüellerle büyüyen bu iki insan üzerinde en çok konuşabilecekleri şeyi yapıyor, güncel politika dan konuşuyorlardı.
Arjantinli bana dönerek müziği bastıran bir sesle "sence de İran'ın saldırılarla ilgili olduğu ortada değil mi" diye sordu.

"ne saldırılarından bahsediyorsunuz ki siz?"

Sanki doğal bir şekilde konuya vakıf olmam gerekiyormuş gibi soruma şaşıran Arjantinli "1994'te Buenos Aires'teki bombalamalar. Hani İranlılar yakalanmıştı. Şimdi İran interpole tepki gösteriyormuş, neydi şu Savunma bakanı?"

Ben birşey diyemeden İranlı viski bardağını masaya vurup konuşmaya başladı "ya var mı böylebir şey! sizin hükümetiniz Rafsancani hakkında, benim devlet başkanım hakkında tutuklama kararı çıkarıyor! Ama öte yandan yargıladığınız 5 kişi sırf Arjantinli diye salıveriyorsunuz..!"

Arjantin'in başkentindenki korkunç bombalamaları duymuştum ama çok fazla şey bilmiyordum, onların şiddetli tartışmaları açıkçası ilgimi de çekmiyordu. Müziğin çaldığı yeri bulmaya karar vererek kalktım, beni farketmediler bile.

Salonun arka tarafında, bahçe kapısına yakın bir yerde büyük iki hoparlör ve bilgisayar ve bir mixer duruyordu. Kaynağı bulmuştum. Masaya yaklaştım ve cdleri karıştırmaya başladım, kimse olmadığına göre sevdiğim birşeyler çalabilirdim. Beirut'un Gulag Orchestar albumunu görünce hiç unutmuyorum birden ortama olan yabancılığım kaybolmuş, kendimi Bornova Evka 4'teki evimde hissetmiştim.

"do not touch the tape" diyen sesin, daha sonra kendi sesimle karıştıracağın sesin, Beirut'u elimden düşürmeme neden oldu. Size henüz sakarlığımı anlatmadım ama bu ondan değil şaşkınlıktandı.
Dağılmış cdyi aceleyle toplamaya çalışırken seni gördüm.

Sağ kulağında küpen vardı, erkeklerde küpeden hiç hoşlanmam ben ve senden hoşlanmadım A. Ta ki saçma sapan birşeyler konuştuktan sonra bana "ruhlarımızı temizlememiz gerek" deyip Soulsavers çalana kadar. Üçüncü votkamı içmiştim o sırada ve ne küpen, ne ukala suratın itici gelmiyordu artık. Müzik senin aşkındı ve o gece bana bir sürü büyülü şarkı çaldın. Uzun zamandır ilk defa kendimi bu kadar hafif hissediyordum, bu kadar rahat.
Yakalandığımı ve kaçamadığımı hissettim, kaçmak istemediğimi de.
Gecenin ilerleyen saatlerinde turuncu koltukta oturmuş, yerde bir battaniyenin üzeride uyuyan İranlı'nın karşısında bana içki almaya giden seni bekliyordum heyecanla.
Daha sonra bu anı her düşündüğümde Atwood'un dizeleri bırakmadı yakamı:


you fit into me
like a fish hook into an eye
a fish hook
an open eye

2 yorum:

  1. yaralanmış bir ruhun kirini alkol temizleyebilir belki, ya da müzik. peki ya parçalanmış bir ruhu ne birleştirir?

    YanıtlaSil
  2. buz kesmiş iki ırmak kavuşur mu birbirine?

    YanıtlaSil